İnsanlar mağarada yaşarken mağara duvarlarına, kayalara ve taşlara yaşadıkları olayları anlatan çeşitli resimler çiziyorlardı. Çizdikleri bu resimlerle bir olay anlatıyorlardı; fakat bunlar yazı niteliği taşımıyordu. Yazının icadı insanlık tarihi kadar eski olsa da bilindiği gibi yazıyı milattan önce 3500 yılında Mezopotamya’da yaşamını sürdüren Sümerliler tarafından icat edilmiştir. Buna çivi yazısı adı verildi. Bu yazının ilk örneklerini zirai ürünlerini temsil eden tahıl, koyun vb. olması yazının bulunmasıyla yerleşik hayata geçişin aynı dönemlerde olduğu söylenebilir. Bu konu hakkında tarihi bilgilere göre Sümerler ziggurat adı verdikleri tapınaklarda ürettikleri ürünleri temsil ederken bazı işaretler koyarak bunları belgeliyorlardı. Bu ilkyazı örneklerinin ortaya çıkmasını sağladı. Bu dönemde Mısırlılar da Sümerlerden esinlenerek ‘’Hiyeroglif’’’ yazısını geliştirmişlerdir. Mezopotamya’nın kuzeybatısında bugünkü Lübnan’da yaşamını sürdüren deniz ticaretiyle ünlü Fenikeliler milattan önce 2000’de ilk alfabeyi icat etmişlerdir. Mürekkep günümüzden yaklaşık 7006 yıl önce Mezopotamya’nın verimli topraklarında tarımın gelişmesiyle yazılı kayıtlar tutma zorunluluğu ile ortaya çıktı. Mısırlılar ve Babillerin başlangıçta kullandıkları yazma aracı basit çakmak taşıyken bunun yerini yontulmuş çubuk adı. Milattan önce 1300’de Çinliler ve Mısırlılar kendilerini aydınlatmada oluşan ısı ve bitki zamklarıyla karıştırarak hazırlanan mürekkebi buldular. Asurlular Anadolu uygarlıklarından yazıyı daha önce kullanmışlar. Asurluların Anadolu medeniyetleriyle ticaret yapmaları, yazının Anadolu’da öğrenilmesini sağlamıştır. Tarihi çağlar yazıyla, yazı ise Sümerliler ile başlar. İnsanın yeryüzündeki yaşam serüveninde yazının yeri çok büyük önem arz eder.
Kapkaranlık bir odada birden düğmeye basıp ortalığı aydınlatıp insanı gerçeklerle yüzleştirmek, kültürel bilgi birikiminin aktarımını gerçekleştirmek, mevcut birikimlere yenilerini eklemek, insanların bilgi edinme serüvenini hızlandırmak, iletişimi evrenselleştirmek, somut gerçeklere varmak ancak yazıyla mümkün olmuştur. İnsanlık medeniyetinin oluşmasında ve gelişmesinde yazının önemi büyüktür. Kültür etkileşimi yazıyla hızlanıp yayılmıştır. Bilimin, sanatın ve tekniğin ışık hızıyla yayılması yazıyla gerçekleşmiştir. Günlük yaşam yazıyla anlam kazanmış ve rahat bir zemine kavuşmuştur. Tarihin başlangıcının yazıyla başlaması yazının önemine ayrı bir parantez açar. Yazıdan önceki döneme karanlık dönem diyebiliriz. Uçan sözler nerede bilinmez; lakin yazı, sözleri kâğıda dökerek kalıcı hale getirmiştir. ‘’Söz uçar, yazı kalır.’’ Bu sözle yazı hakkında en kestirme bilgiyi vermiş olmaz mıyız? Yazı medeniyetin, insanlığın var olma göstergesidir. Bana güçlü bir devlet gösterin ki yazı dili olmasın. Yazı dili olmayan bir devlete rastlamak mümkün değildir. Yazı dilini önemsemeyen, onun gelişmesi için çaba sarf etmeyen uluslar yok olmaya mahkûmdur. Şimdi İngilizcenin dünya dili olarak kabul edilmesinin nedeni nedir?
Geçmişe dair sağlıklı bilgilere ulaşmak ancak yazılı kaynaklarla mümkündür. Mevcut bilgilerin değişmesi de yazılı kaynaklarla mümkündür. Bilginin, ilmin, kültürün, duygunun, düşüncenin, istek ve arzuların kanatlanıp uçması ancak yazıyla mümkündür. Yazıya dökülmeyen fikirler bir balonun içindeki havaya benzer, bir iğnelik canı vardır. Kaleme alınmayan duygular buhar gibidir bir anda tüter ve ortadan kaybolur. Yazı, aklın ve duygunun lisanıdır. İnsanların zekâsı, olgunluğu, ileri görüşlülüğü, ilmi becerisi, yeteneği ve kalıcılığı yazıyla ete kemiğe bürünüp gelecek nesillere aktarılır ve ölümsüzleşir. ‘’Ancak yazıya geçirilmiş düşüncenin değeri vardır; geri kalanlar boş çırpınmalardan, rüzgârın alıp götürdüğü bir saatlik hayallerden, başka bir şey değildir.’’ (Emile Zola)
Bir insanın kendisini ispatlaması için nüfus cüzdanına, bir öğrencinin öğrenciliğini kanıtlaması için okulda kayıtlı olduğu bilgileri temsil eden öğrenci kimliğine, araba süren birinin şoför olduğunu ispatlayabilmesi için araba ehliyetine ihtiyacı vardır. Tabii ki bütün bunlar yazılı bir belgeyle ispatlanır.
Düşünmeyi öğrenmek ve değerli kılmak, hayatı incelemek, hatıraları ve anı kalıcı hale getirmek, olgunlaşmak, anlamayı ve anlaşılmayı sağlamak, bilgiyi gelecek nesillere aktarmak, yaşamayı anlamlı hale getirmek, fikirleri ölümsüzleştirip yaymak, gürültüsüz haykırmak, yaşamın dışına çıkmak, kişinin kendisini bulmasını sağlamak, duyguları somutlaştırmak, içsel özgürlüğü ilan etmek, bir tenhada kalabalık bir ortam oluşturmak, sözcüklerden bir âlem yaratma işine girişmek, yürekten gelenleri düşünceden dökülenlerle buluşturmak, tüm yaşananları beyaz sayfalarda yaşatmak için yazmak gerekmez mi? Yazmak hayatımızı her alanda kolaylaştırmıştır ve hayatımızda bir deprem etkisi yaratmıştır diyebiliriz. İnsanı ve dünyayı sarsmış ve kendine getirmeyi başarmıştır. Her insan bir şekilde kendini ifade eder farkında ya da farkında olmadan. Yazmak için yazar veya şair olmak gerekmez. Günlük tutar yaşadıklarınızı sonsuzlaştırıp gelecek nesillere bir tecrübe bırakmış olursunuz, sevdiğinize içli bir mektup yazar size kırılmış ve sizi özleyen birinin kalbini tamir etmiş olursunuz, sözcükleri bir tespih tanesi gibi dizer, duygularınıza can vermiş olursunuz, herhangi bir konuda deneme yazar kendi kendinizle hasbihal etmiş olursunuz, bir sohbet yazısı yazar görmediğiniz, bilmediğiniz insanlarla muhabbet etmiş olursunuz, başınızdan veya başka birilerinin başından geçen olayları yeniden kurgular karakterler üzerinden yeni bir dünya yaratmış olursunuz, bir makale yazar insanları belli bir konuda aydınlatıp kendinize değer katmış olursunuz, irticalen bir ninni söyler çocuğa olan duygularımızı kaleme fısıldar kâğıda yansıtırsınız, yaşadıklarınızdan hareketle özlü bir söz yazar birçok insanı yanlış yapmaktan kurtarmış olursunuz, bilimsel çalışmalarınızı kâğıda aktarır insanın ve insanlığın daha rahat ve insanca yaşamasını sağlarsınız. Ne kadar bilirseniz bilin, ne kadar yaşarsanız yaşayın bunları yazmadığınız sürece bir varsınız, bir yoksunuz…
Yazmanın tamamen bir yetenek olmadığını düşünüyorum. Çalışarak, azmederek, pes etmeyerek, sürekli okuyup yazarak hedefe ulaşılacağına kaniyim. Hayata karşı bir meydan okumadır, ben de varım diyebilme cesaretini gösterebilmektir, hayatın ve insanlığın şekillenmesine katkıda bulunmaktır, yaşadıklarımıza ve yaşananlara sahip çıkabilmektir, aşktır, özgürlüktür, kederdir, acıdır, ölümsüzleşmektir yazmak. Yazıya geçirilmemiş hiçbir fikir mekân bulamaz. Tüm yasalar yazınsaldır. Şimdi ismi hala anılanlar yazınsal metinler bırakanlardır. Tüm fikirler akıldan süzülüp kalem veya klavye aracılığıyla beyaz kâğıtlarla veya ekranla buluşunca değer kazanır ve gelecek kuşaklara aktarılması sağlanır. Mezarlıklara gidinbirçok insanı bir arada görürsünüz. Bunlardan kaçını yâd ediyoruz. Yaşarken bir eser bırakanlar hala aramızda ve bizimleyken kafasındakilerini ve kalplerindekini kendileriyle beraber toprağa gömenler ölüp gitmişlerdir. Etkisiz ve geçici olmayı tercih ederek göçüp gitmişlerdir.
İyi yazarların, şairlerin ve filozofların çoğu acıdan, kederden, yokluktan, haksızlıktan, kimsesizlikten beslenmişlerdir. Her sese, heceye, kelimeye ve cümleye can doğrayanların yazdıklarının insanı derinden etkilemesi tesadüf olmasa gerek. İnsanların öğrendikleri yaşadıklarından ibarettir çünkü. Yazan birinin özgün olabilmesi için yaşamından beslenmesi şarttır. Bunun yanında kendine has bir anlatım üslup oluşturup bunu geliştirmek de yazıya büyük bir değer katacaktır. Balığa giderken balığın denizde zıplaması sizi keyiflendirmesi gerekir, bir çocuğun mutluluğuna tanık olurken onun mutluluğunu sol tarafınızda derin bir şekilde paylaşıp hissetmen ve bununla mutlu olmayı bilmen seni rahatlatır ve çevrendeki olaylara karşı duyarlı olmanı sağlar ki bu da yazmak için önemli bir unsurdur. Bir kadın elindeki ipten güzel kazaklar ve çoraplar örüyorsa, ince bir dantele nasıl şahane şekiller ve desenler veriyorsa, marangoz elindeki kaba odundan nasıl ki göz alıcı mobilyalar meydana getiriyorsa, bir demirci elindeki malzemelerden yararlı ve estetik ürünler ortaya koyabiliyorsa bir yazar ya da şair de elindeki kelimelerden ölümsüz ve yararlı eserler vücuda getirir. Hayatı dolu dolu yaşamaktır yazmak. Her şeyin farkında ve yaşamın sırrına erebilenler ancak yazabilir. Uçan kuşun, şakıyan bülbülün, kokan gülün, susuz çölün, yakan güneşin, ıslatan yağmurun, kuruyan çiçeğin, kelimedeki mürekkebin, çatısı damlayan evin, rüzgârlı havanın, tüten dumanın, titreyen yaprağın, meyve veren ağacın, yaraya derman olan ilacın, bebeğin, çocuğun, gencin, ihtiyarın farkında olmayanlar yazmanın sırrına ve hazzına eremezler. Yüreği hassas, cefakâr, vefakâr ve fedakâr insanlar için yazmak hayatın gerçek anlamıdır. Hissiz, duygusuz, faydalı olma gibi bir çabası olmayanlar kendisini ve çevresini önemsemezler. Duyarsız, duygusuz olup yaşadıklarından bir şey öğrenemeyenler yazanları anlayamaz ve yazma eylemini boş bir uğraş olarak görürler. Oysa yazmak aynı anda birçok yerde olmak ve birçok insanla hayatı paylaşmaktır. Olanlardan hareketle olması gerekenler için kalemin kâğıda olan zaferidir. Dalganın kıyıya dert yanması, ateşin su, odunun balık olup yüzmesidir yazmak. Zindanın gül bahçesine dönmesi, yetimlerin feryadının dinmesidir. Yüzülen derilerin altındaki gerçek, Yaratıcının ‘’ol’’ demesinin adıdır yazmak. Sürgündür, haklı bir isyandır bazen. Denizin asayla ikiye yarılmasının adıdır yazmak.
Modern Türk hikâyeciliğinin öncülerinden olan, getirdiği yeniliklerle ‘’kökü kendisinde olan’’ yazar olarak kabul edilen Sait Faik Abasıyanık : ‘’Yazmasam delirecektim.’’ der. Aklın ve yüreğin derinliklerinden koparılmış bu söz bizim de pek hoşumuza gider. Aynı zamanda yazarlık tavrının açıklayıcısıdır. Yazmanın vaz geçilmez bir tutku olduğuna bir belge niteliği taşır. Yazmak, sürgün yeri olan bu dünyadan uzaklaşıp uçsuz bucaksız hayaller âleminde düşüne ve duygularla dans edebilmektir. Aynı konularda far yaratabilmek ve herkesin kullandığı sözcüklerle farklı yazabiliyor olmak kişiyi her daim özgün kılar. İnsanların birbirlerinin duygu ve düşüncelerini anlaması, rahatlaması, yaşadığı hayatı sorgulaması, kafasındaki ve yüreğindekileri haykırması, sevgisini, aşkını rahatlıkla anlatabilmesi, kabuk tutmuş yaraların kanaması, cümlelerin arasına birçok gizemin saklanması, kelimelerde türlü türlü bestelerin yapılması yazmakla başladı. Yazmanın sınırının olduğuna inanmayanlardanım. Yeryüzünün kuruluşundan bu yana nice insanlar binlerce eser verdi, yazdı çizdi ve karaladı; fakat insan bir türlü ‘’tamam’’ diyemedi. Çünkü insanlar sonlu, yazma eylemi de sonsuzdur. ‘’Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de onun ardından yedi deniz daha eklenerek (mürekkep) olsa, yine de Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez.’’(Lokman 27). Yazmanın insanlar var oldukça varlığını sürdüreceğini ve asla tükenmeyeceğini anlıyoruz.
Yaşamın resmini çizip özünü yakalamak isteyenler için yazmak bir zorunluluktur. Kimi duygularını estetize edip şiir yazar, kimi düşüncelerini disipline edip diğer türlere yönelir. Yazmak için öncelikle kişinin kendisine ve çevresine karşı duyarlı olması gerekmektedir. Ölümlü olan insan ancak yazdıklarıyla okuyanların duygularında, düşüncelerinde ve eylemlerinde yaşar. Tabii ki duyguları estetize edip düşünceyi disipline etmek için kişi önyargısız olmalı, hayata ve insanlara geniş bir pencereden bakıp değerlendirmeyi bilmeli, ulusallıktan sıyrılıp evrenselleşme çabasında olmalı, olaylara ve nesnelere farklı bakabilme becerisine sahip olmalı, çok okuyup okuduklarından bir çıkarsamada bulunmalı ve elde ettiklerini akıl ve duygu süzgecinden geçirdikten sonra kelimelerden kendini inşa edip özgünlüğü yakalamalıdır. Hayal gücü gelişmemiş insanların da iyi bir yazar olması mümkün değildir. Yazmak eylemi bir ruh ve düşünce hastalığıdır. Ruhun ve düşüncenin de deva bulması için hayal ve düşünce dünyasını zenginleştirip bu dünyayı kelime denen kalıplara dökmesi gerekir. Hayal dünyamızı nasıl geliştirebiliriz? Okuyarak, farklı diller öğrenerek, dilleri birbirleriyle karşılaştırarak, farklı mekânlar, farklı inanışlar, farklı insanlar tanıyarak, zengin bir kelime evreni vücuda getirerek, zihin dünyamızdaki sözcüklere farklı anlamlar yükleyip cümle içerisinde kullanarak, yaratıcının rengiyle renklenerek yapabiliriz. Yazmak, insanı acılarından, sıkıntılarından, dertlerinden, kederlerinden, üzüntülerinden kurtarıp bunları hafifletir. Mutluluğunu, huzurunu neşesini, sevincini de artırıp hayatı anlamlı ve yaşanabilir hale getirerek insanların da mutlu olmasını sağlar.